|

ulucanlar cezaevi müzesi – devam

Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün
bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldamadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben…
Bahtiyarım…

Nazım Hikmet bu dizeleri Ulucanlar Cezaevinin havalandırma alanında yazmış (ve tahmin edrsiniz ki ona ait ranza ve eşyalar burada muhafaza ediliyor). Lafım yarım kalmıştı devam edeyim kaldığım yerden anlatmalara.

Okların yönünde geziliyor demiştim ya, sırada koğuşlar var (ilk bölümden biliyorsunuz Hilton ayrıcalıklı bir koğuştu, burası daha sıradan bi yer :P ). Neredeyse olduğu gibi korunmuş ama tahminimce duvardaki bazı yazılar silinmiş sonradan. Hatta balmumu mahkumlar, mahkumlara ait eşyalar var sizi bekleyen, heykeller incelikli ve gayet gerçekçiler. Siyasi suçlulara ait kişisel eşyalar, aileleri , bazen hayattalarsa kendileri tarafından bağışlanmış müzeye, açıklamaları ile beraber sergileniyorlar.

 

 

 

 

 

Aslında kendime belge olması için onlarca fotoğraf çektim ama koymayayım hepsini buraya, gezdiğinizde keşfedecek birşeyler kalsın. Zaten demiştim ya burası gezdim gördüm aaa çok güzelmiş denip çıkılan bir yer değil ki, kendi iç yolculuğunuzu, gezinizi yapıyorsunuz gezerken, vicdanınızın sesini duymaya başlıyorsunuz, eminim herkesin kafasında bambaşka bir cumhuriyet tablosu oluşuyor çıktığında. Koğuş düzenlemesinin bir yerinde hani şu çay içen mahkum varya üstte fotoğrafı olan onun yanıbaşında bir saat vardı, şu meşhur tavuklu kurmalı saat, işte o saat durmuştu. Anneciğimin bir yorumu oldu, dedi ki “hiç ister miydi bu mahkum saati dursun ? ” İstemezdi işte özenle kurardı saati, eminim uçsun gitsin isterdi zaman. O böyle deyince makinenin arkasındaki gözüm doldu tabi yine ama Allahtan koca DSLR var, dayıyorum hemen gözüme (hadi poz verin de çekeyim falan diyorum, bi şakalar komiklikler).

 

 

Neyse bu postere dayanamadım koydum buraya kimse kusura bakmasın, Fenerbahçeliyiz (aslında yan duvarda da Şampiyon Beşiktaş vardı, onu koymadım), ve ben ne yazık ki Schumacher li FB yi gayet hatırlıyorum.

 

 

Çocukla gitmeyin uyarısını da pek sallamadım açıkçası, o anlamaz nasıl olsa önermesi de pek doğru gelmedi zira abuk subuk da olsa bir sürü soru sordu Deniz. Ben de abuk subuk cevaplar vermiş olabilirim, olsun. Nihayetinde Batman olup bu dünyayı kötülerden temizlemek gibi bir hedefi var, biraz politik takılmasında bir sakınca görmedim :)

 

 

 

Babamın dediğine göre cezaevi yönetimi yazdırmış bu yazıları duvarlara “özgürlüğünü kaybettin onurunu kaybetme”, “laf taşı ama taş taşıma”. Özellikle 2.yazı koğuş kapısında yazıyor, mahkumlar onu nasıl süslemişler anlatamam, kırmızı yeşil çiçeklerle bezenmiş bir sarmaşık dolamışlar yazının etrafına, o kadar canlı ki, hani başörtülerin, yemenilerin desenleri vardır ya öyle. Bir ironi hissetmemek elde değil.

Aşağıdaki fotoğrafta Fakir Baykurt var, malum toplumcu solcu yazar, ben çok beğendim kendisini, ne kadar aydınlık, ne kadar ferah ne kadar umutlu bakıyor ışıl ışıl gözleri. Şu an rahat rahat sağda solda dolaşıp ahkam kesebilen ben ölü balık gibi bakıyorum valla, nerde böyle ışıldamalar falan ? Onun altında da yine ona ait eşyalar var, koydum buraya özellikle yine çok sevdim çünkü gömleği, sazı, daktiloyu, meysu afişindeki güzel ablayı.

 

 

 

Müzede geziyorsunuz geziyorsunuz hamamı, tuvaletleri, diğer koğuşları, görüş yerlerini, zindanları, koymayayım buralara ait hiç fotoğraf, gidin görün. Aslında gelmek istemediğim ama görülmesi gereken, gördüğünüzde de içinizin titrediği, insan olmaktan utandığınız an Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan ın yataklarını, eşyalarını, ne yazık ki yaftalarını gördüğünüz an. Aslında belgesellerini defalarca izlemiş, defalarca gözyaşı dökmüşlüğüm var, yine de oradayken yaşadığınız his değil, allak bullak oluyorsunuz…Sanırım bu hükümetin yaptığı tek iyi şey ölüm cezasını kaldırmak, Allah’ın verdiği canı almak ne yazık ki hiç bir kurumun hiç bir kanunun gereği olmamalı.

 

 

 

 

 

Avluya (aslında volta atılan yermiş) çıkıyoruz artık, yakışıklı babamın arkasındaki tabelada “Şeftali sokağı” yazıyor. Meşhur bir sokak, diyorlar ki Yılmaz Güney şeftali ağacı dikmiş sokağa mahkumiyetinde, bu sebeple adı Şeftali Sokağı.  Bir de şurada farklı bilgiler de var, hem cezaevi hem de sokakla ilgili, ilginizi çekerse bir bakın.

 

 

 

İşte bu da ilk yazıda bahsettiğim tüm acılara şahitlik eden yıllanmış kavak ağacı…Bu ağacın buradan kaçıp gitme şansı olsaydı şimdiye Sidney e ya da bilmiyorum Pennsylvania a  gitmişti, kesin. Keşke zamanı geri alabilmenin bir yolu olsa, keşke…

 

 

İçiniz sıkıldı biliyorum o zaman size Gotham City den bir Batman pozuyla veda edeyim şimdilik, sevgiyle kalın, güç sizinle olsun !

 

 

Bir de lüzumsuzsa söndürün, mutlaka…

 

 

 


|


Yorumlar(4)

  1. mami
    Reply

    Neyse ki evde tek başına okurken insan kocaman bir DSLR makinaya ihtiyaç duymuyor.

  2. Özlem Ercoşkun
    Reply

    Burçay yine çok güzel, fotoğlarını duygularınla birlikte vermeni çok seviyorum…

  3. Özlem
    Reply

    Radyonun ve sürahinin olduğu fotoğrafı çok beğendim :)

  4. Emre
    Reply

    Yakın zamanda Ankaraya gidecek birisi olarak, bu yazınız benim için fazlasıyla yararlı oldu. Önceki Ankara ziyaretlerimde gitmedim, hatta buradan haberim bile yoktu. Ama bu sefer kesin gideceğim.
    Teşekkürler

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.