|

Güneydoğu Turu 1. Bölüm – Antep, Maraş, Urfa, Nemrut

Uzun süredir 20 yıllık lise arkadaşım Kürşat ve eşi Seda ile bir Güneydoğu Anadolu gezisi yapmayı planlıyorduk. Nihayet Mayıs ayı başında bu planımızı gerçekleştirebildik. Neden böyle bir gezi planladığımıza gelince.. Elbette ülkemizin en çok merak edilen şehirlerinden bir kısmının bu bölgede yer alması ve bu şehirlerimiz genel olarak yemek kültürlerinin zenginliği ile biliniyor olması bizim için önemli bir faktördü. Ama daha önemlisi benim Maraşlı olmam; halihazırda ailemin Maraş’ta geniş ve misafir ağırlamaya uygun bir evinin bulunması ve Maraş’ın Antep, Urfa, Hatay, Adana, Mersin ve Adıyaman gibi turistik şehirlerimize günübirlik gidip gelinebilecek kadar yakın olması (2-3 saatlik mesafeler) gibi sebeplerin varlığı bu geziyi yapmamızı daha kolay ve cazip hale getirdi. Ayrıca, Kürşat ve Seda daha önce Bilge’nin yüksek lisans eğitimi sebebiyle New York’ta bulunduğumuz dönemde bizi ta oralarda ziyaret ederek yalnız bırakmamışlardı ve birlikte keyifli iki hafta geçirmiştik. O halde neden birlikte keyifli bir hafta daha geçirmeyelim dedik :) Tabi ki şunu da not etmem gerekiyor annemin 1,5 yaşındaki oğlumuz Göktuğ’a bu hafta boyunca bakacak olması da bizim özgürce gezebilmemiz açısından çok kıymetliydi. Yeri gelmişken anneme ve babama hem Göktuğ’a baktıkları hem de bize ve dostlarımıza evlerini açtıkları için tekrar kocaman bir teşekkür gönderiyorum :)

Söylediğim gibi bu geziyi uzun süredir kurguluyor ve tarihlerini belirlemeye çalışıyorduk, çalışan insanların bu şekilde programlar yapması çok da kolay olmuyor malum. Sonunda Mart ayında tarihlerimizi belirledik ve Nisan ayı başında izinlerimizi ve uçak biletlerimizi aldık. 6 Mayıs Cumartesi günü Seda ve Kürşat İstanbul’dan Pegasus; Bilge, Göktuğ ve ben ise Ankara’dan Anadolu Jet uçuşlarıyla Antep’e ulaştık. Maraş’a değil de Antep’e gitme sebebimiz bu şehre daha çok uçuşun olması ve havaalanında araba kiralama olanaklarının mevcut olmasıydı. Güzel bir tesadüf olarak farklı firmalarla ve farklı şehirlerden gitmemize rağmen iniş saatlerimiz hemen hemen aynı oldu. Biz Antep’e indiğimizde Seda ve Kürşat daha önce internet üzerinden Garenta aracılığıyla kiraladığımız arabayı almış ve bizi havaalanı çıkışında karşılamışlardı..

Kiralamak istediğimiz arabadan ellerinde kalmadığı için, alt segmentten bir araba verilmişti. Ancak verilen araba neredeyse 0 km, güçlü ve geniş hacimli olduğu için (Renault Megane) gezimiz boyunca arabayla ilgili herhangi bir sıkıntı yaşamadık. Merak edenler için aslında sonda söylemem gereken şeyi başta söyleyeyim: arabayı yaklaşık 1 ay önce rezerve ettirmiştik ve günlük 100 tl civarında bir ücret karşılığında kiraladık, 8 gün süren gezimiz boyunca toplam 2700 km yol yaptık ve 650 tl akaryakıt masrafımız oldu :) Bu kadar çok yol yapmamızın sebebi sebebi Göktuğ’u en azından sabahları görebilmek ve konaklamak amacıyla gittiğimiz her yerden akşamları Maraş’a geri dönmemiz oldu.

Biz bu 8 günlük maceramızı ikiye bölerek yayınlamaya karar verdik; ilk kısımda Antep’e ulaştığımız ilk gün yaptıklarımız ile Maraş, Urfa ve Nemrut gezilerimiz yer alıyor. İkinci kısımda ise Hatay, Maraş, Mersin-Tarsus-Adana ve son gün eve dönmek üzere tekrar gittiğimiz Antep’te yaptıklarımızı anlattım. Şunu peşin peşin söylemek istiyorum, biz her şehrimize günü birlik gittiğimiz ve yolda toplam 5-6 saat harcadığımız için şehirleri çok kapsamlı gezme şansı bulamadık. Görülmesi gerekip de görmediğimiz birçok yer olabileceği gibi bazı tercihlerimizde yanılmış da olabiliriz. Bölgeyi ziyaret edecek herkesin kendi programlarının rahatlığına göre geziyi detaylandırabileceklerini düşünüyorum.

1. Gün (6 Mayıs 2017): Gaziantep 

Az zamanda çok ve büyük işler başarmak zorunda olduğumuz için vakit kaybetmeden arabamıza atladık ve gezimize başladık. İlk hedefimiz Antep deyince akla gelen ilk restoranlardan Kebapçı Halil Usta oldu. Burada karışık kebap ve küşleme yedik. Ama bunlardan çok daha çarpıcı olan şey ortaya ikram olarak gelen sulu salataydı. Taptaze baharatlarla yapılmış bu salatanın tadına doyum olmaz diyebilirim. Ancak turistik bir mekan olan Halil Usta’nın bence bir olumsuz yönü aşırı kalabalık olması, diğeri ise bölge normallerinin çok üstünde olan fiyatları (ya da porsiyonun az olması). Şunu da not etmiş olayım gezi boyunca gördüğümüz tüm şehirler içerisinde Antep en pahalısıydı.

Hazır yeri gelmişken şu kısa bilgileri de paylaşayım: Antep’in Şahinbey ve Şehitkamil ilçelerinden oluşan il merkezinin nüfusu 1,5 milyonu geçmiş durumda, ilin toplam nüfusu ise 2 milyon. İlin toprakları genel olarak Güneydoğu Anadolu bölgemizde yer almakla beraber, batı kesimleri Akdeniz Bölgesine düşüyor ve ilin batı kısmında yer Nurdağı ve Islahiye ilçelerini gören kişiler buraların iklim ve bitki örtüsünden Akdeniz Bölgesinde olduklarını rahatlıkla anlayabilirler. Ülkemiz ekonomisine üretim ve ihracatıyla büyük katkı sağlayan bu şehir, normal olarak ciddi göç almış ve almaya da devam ediyor. Bu göçün boyutunu şehrin belirli kısımlarında yoğunlaşan çarpık kentleşmeden de anlamak mümkün.

Karnımızı Halil Usta’da güzelce doyurduktan sonra buraya gayet yakında olan Zeugma Mozaik Müzesine yol aldık.

Büyük İskender tarafından kurulduğu ve Roma döneminde geçit anlamına gelen Zeugma adını aldığı düşünülen antik kentten getirilen mozaikler bu müzede sergileniyor. Koleksiyonun en popüler parçası ise Çingene Kızı. Antep’te görülmesi gereken yerlerin başında bu kıymetli müzenin geldiğini belirtmek lazım. Ayrıca, şunu da belirtmekte fayda var ki müzeye giriş yaparken aldığımız Müzekart tüm seyahat boyunca çok işimize yaradı.

Müzeyi gezdikten sonra şehir merkezine doğru harekete geçtik. Şehrin tarihi kısmında yer alan çarşı, han ve bedestenleri gördükten sonra geçmişi 1635 yılına dayanan Tahmis Kahvesinde bir mola verdik. Bu mekanın spesiyali olan menengiç kahvesini, üstüne de elma çayımızı keyifle içtik. Kendi adıma Antep’te bulunmaktan en keyif aldığım yerin burası olduğunu belirtmek istiyorum :)

Tahmis’te otururken acaba Göktuğ ile rahat edebilir miyiz düşüncesine kapılmadık değil ancak kahve yanında ikram edilen kavrulmuş çedene, leblebi, antep fıstığı ve menengiçten oluşan çerez oturduğumuz süre boyunca Göktuğ’u oyalamaya yetti de arttı bile. Bu mekanda periyodik olarak saz ekibinin masalar arasında gezip şarkılar türküler söylediğini de not etmem gerekiyor :)

Yavaş yavaş tekrar acıkan karnımıza çare bulmak için seçtiğimiz yeni hedef bir Antep klasiği olan İmam Çağdaş! Burada lahmacun, alinazik ve baklava yedik. Hepsi de kalburüstü lezzetlerdi. Açıkçası baklavayı biraz da Maraş’a geçerken uğrayacağımız Koçak’ın baklavasıyla kıyaslayabilmek amacıyla yedik :) Ayrıca hepimizin hemfikir olduğu bir nokta ise bizimle ilgilenen garsonun işini mükemmel yapması oldu. İsmini almayı unuttuğumuz garson bey bizimle ve Göktuğ ile çok candan bir şekilde ilgilendi ve kalbimizi kazandı. O nedenle burada kendisinden bahsetmeden edemedim.

Maraş’a doğru yola çıkarken aldığımız Koçak Baklavayı ise Maraş’ta çayla yedik. Bu benim yediğim en iyi baklava. Ayrıca, bana sorarsanız tüm seyahat boyunca yediğimiz şeyler içerisinde başka bir şehirde bulunma ihtimali en düşük olan yiyecek de yine bu baklavaydı. Örnek vermek gerekirse, Antep’te yediğimiz katmer ve Antakya’da yediğimiz künefenin hemen hemen aynısını Maraş’ta da yedik ancak bu baklava maalesef Antep’ten başka yerde bulunmuyor.

Antep’i göreceklere faydalı olabilecek bağlantı 1 ve bağlantı 2.

2. Gün (7 Mayıs 2017): Kahramanmaraş

Aslına bakarsanız Maraş’ı tanıtıcı bir yazı yazmam çevremdeki insanlar tarafından zaten uzun zamandır gündeme getiriliyordu; bu gezimiz de bu iş için bir fırsata dönüştü diyebilirim. Benden neden böyle bir beklenti olduğuna gelince.. Sadece ben değil Maraşlılar genel olarak memleketlerini çok severler. Bu sevgiyle doğrudan ilgisi olmayabilir fakat daha önce bir haberde kendi memleketinde yaşamayı tüm illerimiz içerisinde en çok Maraşlıların tercih ettiğini okumuştum (http://www.hurriyet.com.tr/turkiyede-her-10-kisiden-3u-dogdugu-ilden-farkli-yerde-yasiyor-29469749). Yeri gelmişken, kızabilecek hemşerilerimin olması ihtimaline karşı yazım ve okuma kolaylığı açısında Kahramanmaraş yerine Maraş ifadesini kullanıyorum, siz hepsinin başına kafanızdan bir “Kahraman” ekleyin =) (Aynı durum Antep ve Urfa için de geçerlidir.)

Maraş geçmişte ticaret yollarının kesişiminde, Anadolu ile Mezopotamya’yı birbirine bağlayan kavşakta yer almasının sonucu olarak birçok halka ev sahipliği ve birçok devlete başkentlik yapmış. Ancak, Yavuz Sultan Selim döneminde tüm çevre coğrafyayla birlikte Osmanlı yönetimi altına alınınca, kavşak olma özelliğini yitirmiş. Gerçi uzun bir müddet daha bölgenin siyasi merkezi olma hususiyetini sürdürmüş fakat nihayetinde Cumhuriyet döneminde coğrafi olarak sapa ve izole kalması sebebiyle tarihteki ihtişamlı günlerini arayan içe dönük bir şehir haline gelmiş.

Bana sorarsanız Maraş’ın en önemli ve dikkat çekici özelliği yetiştirdiği ve edebiyat dünyasına sunduğu önemli şahıslardır; Maraş’ı ziyaret edecek kişilerin bu özelliği akıllarında tutmaları gerektiğini düşünüyorum. Bu kadar çok edebiyatçı yetiştirmesinin birçok sebebi vardır elbette ama bunlardan önemli biri hiç şüphesiz yukarıda bahsettiğim içe dönük olma durumudur. Bu durumu en iyi yine Maraşlı bir yazar olan Rasim Özdenören özetlemiştir: “İnsanın yolu Maraş’tan tesadüfen geçmez. İnsan, Maraş’a azmederek gider. Maraş, çünkü, geçiş yolları üzerinde kurulmuş bir kent değildir. Onun, coğrafya olarak özgün bir konumu var… Dışarıya doğru açılmayı ve genişlemeyi düşünmeyen Maraşlı,  içe ve kendine doğru derinleşmede mesafeler kat etmiştir.” Bir gezi yazısını edebiyat makalesine çevirmek yersiz olacağından bu konuyu okuyucuların merakına havale ediyorum :)

Maraş’ın temel özelliklerine gelince şehir 1,1 milyonluk bir nüfusa sahip. Merkez ilçeler olan Dulkadiroğlu ve Onikişubat’ta ise yaklaşık 600 bin kişi yaşıyor. Şehir Akdeniz Bölgesinin doğusunda yer almakla birlikte Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde de toprakları mevcut. Bu durum kısa mesafelerde iklim ve bitki örtüsü çeşitliğine sebep oluyor ve şehre birçok endemik bitki kazandırıyor.

Maraş turistik olmaması sebebiyle pek bilinen ve gezilen bir şehir değil, dolayısıyla insanların kafasında burası hakkında tahmini imaj ve hatta ön yargılar barınıyor. Örneğin şehir sanılanın aksine kurak değil hatta Türkiye’nin tatlı su kaynakları en bol şehri, orman varlığı da il yüz ölçümünün üçte birinden fazla. Bu durumu il merkezini gezerken gözlemlemek mümkün.

Gezimize gelince… Biz gezimizin 2. ve 6. günlerini Maraş’a ayırdık. İlk gün il merkezini, diğer gün ise çevredeki doğal güzelliklerin bir kısmını gezdik. Şansımızdan ilk günümüzde eşine az rastlanır bir yağmur bizi karşıladı ve gün boyu kesilmedi. Aslında gezmeyi planladığımız tüm şehirlerde yağmur görünüyordu ve bu nedenle biz en iyi bildiğimiz, en rahat gezeceğimiz Maraş’ta kalmayı tercih ettik. Fakat yağmurun bir an bile mola vermeyeceğini öngörmemiştik. Bu şartlar altında, genelde kapalı alanlarda gezmeye gayret gösterdik.

İlk olarak yolumuzun üzerindeki Abdülhamithan Camiine gittik. Burası Türkiye’nin en büyük camilerinden biri ve şehrin neredeyse tamamını yüksek bir tepe üzerinden görüyor.

Sonraki durağımız Kahramanmaraş Müzesi oldu. Küçük bir müze olan burada bizi bir fil iskeleti ayakta karşıladı. Suriye veya Maraş Fili olarak bilinen bu fil birçok diğeriyle beraber Maraş’taki Gavur Gölü çevresinden çıkartılmış. Aynı iskeletten Ankara MTA Müzesinde de yine Maraş Fili ismiyle görmüştük. 3500-4000 sene öncesinde bölgede fillerin yaşadığını göstermesi bakımından ilginçti.

Müzedeki diğer dikkat çekici eser ise Maraş Aslanı olarak bilinen Hitit döneminden kalma aslan heykeli. Bugün Kahramanmaraşspor’un ambleminde kendisine yer buluyor.

Yormayan ve hızlı gezilen bir müze olması nedeniyle müzeyi sevdik. Bu arada tarihseverlere bir bilgi vereyim. Şehrin eski mahallelerinde “Germenicia” adıyla bilinen bir antik kent bulundu, kazı çalışmaları sürdüğü için ziyarete kapalı. Proje tamamlandığında büyük bir açık hava müzesine dönüşecek ve şehre turistik anlamda önemli bir değer katacak. Kazı alanının şu anda Kültür ve Turizm Bakanlığından alınan izinlerle ziyaret edilebildiğini okumuştum. (https://kahramanmaras.bel.tr/kesfedin/germenicia-antik-kenti)

Müzede işimizi bitirdikten sonra eteklerinde kenti taşıyan Ahır (Ahir) Dağında kurulu Seyir Terası olarak bilinen mekana gittik. Yağmurlu bir gün olması sebebiyle manzaranın tadını çıkarttık diyemeyeceğim ancak hizamızda yer alan bulutların hareketlerini gözlemleme şansı bulduğumuzu söylemeliyim. Burada çayımızı yudumlarken Maraş’ta hemen hemen her cafede birlikte bulunan Maraş Tarhanası ve Antep Fıstığı yedik.

Tekrar şehre dönerken meşhur Sütçü İmam Olayının yaşandığı Uzunoluk Caddesini kullandık, olayın yaşandığı yerde bulunan çeşmeden su içtik.

Burada yer alan tarihi Uzunoluk Hamamını Dijital Kurtuluş Müzesi haline getirmişler. Özellikle çocuklara bağımsızlık bilincini aşılamak bağlamında güzel bir yer olmuş.

Hemen yakında olan Maraş Kalesine çıktık ancak şehir manzarasını izleyeceğimiz kısım kapalıydı. Biz de bu defa kalede yer alan Belediye’ye ait Kurtuluş Müzesini ziyaret ettik. Bu küçük müzede ise minyatür maketlerle Maraş’ın kurtuluşu anlatılıyor, yormayan ve bilgilendirici bir müzeydi.

Daha sonra Yaşar Pastanesinin otantik ortamında meşhur Maraş dondurmamızı tatlılarla birlikte afiyetle yedik. Midye isimli tatlı bence çok lezzetliydi.

Yağmurun ve Pazar günü olmasının etkisiyle pek tenha olan tarihi Maraş Çarşısını –kabaca- gezdik, kabaca diyorum çünkü yağmur ve hafta sonu olmasının etkisiyle tenha görünen ara sokaklara pek girmedik. Yalnızca Maraş çöreği almak üzere bir sokağa girdik.

Daha sonra kapalı ortamda dinlenme ihtiyacımızı şehrin tek AVM’si olan Piazza’da giderdik ve Bilge’ye bir ayakkabı aldık :)

Akşam Maraş’a özgü olması hasebiyle eliböğründe (yanyana) yemek üzere Yanyanacı Mustafa Ferit’e gittik. Yanyana klasik tavaya benzemekle beraber malzemenin karıştırılmadığı, her bir sebze ile etin ayrı ayrı yenebileceği bir yemek. Aslında geleneksel olarak kasapta hazırlanan tepsinin bir fırına gönderilerek pişirtilmesiyle elde edilen ve evde tüketilen bir yemek olan yanyanayı hazır bir şekilde restoranda yemek büyük bir kolaylık olmuş oldu. Suyuna ekmek banarak yediğimiz yanyanadan çok keyif aldık, ancak eti belki küçük doğrandığı için belki de fazla pişirildiği için hafif kurumuştu.

Biz bu turun akşamında Bilge ile eve dönerken, dostlarımız Seda ve Kürşat, Maraş’ta yaşayan üniversite arkadaşları Bekir ile buluşmak üzere ayrıldılar. Bununla da kalmayıp bir de Künefechi isimli mekanda künefe yemişler ve çok beğenmişler. Hatta daha sonra Hatay’da yediğimiz künefeden daha iyi bulduklarını söylediler.

Maraş’la ilgili şu bağlantıyı da paylaşayım, buralara yolu düşenlere faydalı olacağını düşünüyorum.

3. Gün (8 Mayıs 2017): Şanlıurfa

Gezimizin üçüncü gününü Urfa’da geçirmeye karar verdik. Sırasıyla Halfeti, Urfa, Göbeklitepe ve Harran’ı gezmeyi planlıyorduk fakat Urfa gezimiz sırasında Göbeklitepe’nin ziyarete kapalı olduğu öğrendiğimiz için hedef sayımız üçe düştü. Sabah 10 civarı Maraş’tan yola koyulduk ve ilk olarak Antep ve Urfa arasında yer alan meşhuuuur Halfeti’ye yol aldık. Antep-Urfa yolundan 30 km kadar kuzeye yönelerek Halfeti’ye ulaştık.

Halfeti Birecik Barajının yapılması nedeniyle sular altında kalan klasik taş binalarıyla bilinen bir ilçemiz. Ahalisi şu an Yeni Halfeti adıyla 15 km kadar ilerde kurulmuş yerleşimde yaşıyor. Beklediğimizden daha turistik bulduğumuz Halfeti’de tekne turlarıyla Baraj üzerinden bölge gezilebiliyor. Kişi başı 15 TL ödeyerek bindiğimiz tekneleri 150 TL karşılığı komple kiralamak da mümkün.

Gidiş dönüş yaklaşık 1 saat süren tekne turunda Rum Kale, Kralın Kızı mezarı ve yarısına kadar suların altında kalan minareyi görme şansına sahip olunuyor.

Suyun bir yakası Antep’e diğer yakası ise Urfa’ya bağlı yani baraj iki ilimiz arasında sınır teşkil ediyor. Halfeti’nin ayrıca “Karagül”ü de meşhur. Oldukça koyu bir bordo rengi olan gülün başka bir yerde yetişmediği söyleniyor.

Biz dar vaktimizde daha çok yer görmek amacıyla Halfeti’yi terk ederken, burasının güvenli bir şekilde ziyaret edilebilecek çok sevimli bir yer olduğu kanaatini taşıyorduk. Ayrıca, yeme içme hakkımızı Urfa’ya sakladığımız için ilgilenmedik ama Halfeti’de acıkanlar için de seçenekler mevcuttu.

Halfeti’den Urfa il merkezini gezmek üzere hareket ettik. Urfa’nın 2 milyon olan nüfusunun yaklaşık 900 bini il merkezinde yaşıyor. Merkez ilçeleri Eyyubiye, Haliliye ve Karaköprü. Tamamı Güneydoğu Anadolu Bölgemizde yer alan Urfa orman varlığı açısından oldukça fakir, ancak GAP sonrası sulama imkânlarının genişlemesiyle tarımda atılım yapmış durumda.

Halfeti’den Urfa’ya uzanan yol boyunca internet üzerinden yemek yiyecek bir mekân araştırdık ve sonunda Çağdaş Kebap’a karar verdik. Şehrin modern yüzü olduğunu düşündüğümüz bir mahallede yer alan Çağdaş gayet nezih görünüyordu. Patlıcan kebabı, tavuk, ciğer ve kuşbaşı sipariş ettik. Ortaya gelen tavuğu hepimiz beğendik, Kürşat yediği patlıcanlı kebabı çok başarılı buldu. Ancak beklentimizin yüksek olduğu ciğer ve kuşbaşıyı sıradan bulduk; özellikle daha sonra Adana’da yediğimiz ciğere kıyasla :) Burada en son Urfa’nın meşhur “mırra”sı ikram edildi (ikram derken bahşiş vermek bu işin raconuymuş:), 10-15 damla kadar sunulan yoğun aromalı bir kahve; tecrübe etmekte fayda var.

Burada doldurduğumuz karınlarımızla Balıklıgöl’e doğru yol aldık. Baya yoğun bir trafiğin ortasında yer alan mekâna ulaşmak için hemen yakında yer alan alt geçitten giriş yapılan bir otoparka arabamızı park ettik ve yürüyerek Balıklıgöl’e ulaştık. Aslında burası kompakt bir tarihi-turistik alan. Balıklıgöl’den başka Ayn Zeliha, Kale, Hz. İbrahim’in doğduğu ve ateşe düştüğü nokta gibi yerler birbirine çok yakın.

Bu alana adımınızı atar atmaz kendinizi farklı, mistik bir ortamda buluyorsunuz. Bence gezimiz boyunca gördüğümüz en etkileyici yerlerden biri, belki de birincisi burasıydı. Ayn Zeliha gölü ve Parkı, özellikle fıskiyesi ile gerçekten harikaydı. Fotoğraf çekmeyi sevenler için bu bölge tam bir hazine! Harran’a gitmek üzere arabamıza dönerken Halilürrahman İsot Dünyasından isot aldık, gayet sempatik ve ilgili bir amca olan satıcısı bize isot türlerini kullanım alanlarıyla birlikte anlattı.

Buradan Harran’a ulaşmamız 45 dakika kadar sürdü ve kendimizi yine farklı bir coğrafyada hissettik! Buraya ulaştığımızda bir rehbere denk geldik ve kendisi yakamızı bırakmadı :) Havanın kararmasına az bir vakit kaldığı için rehber eşliğinde dünyanın ilk üniversitesi, Harran Kalesi ve kültür evini hızlıca gezdik. Eski tip bir karınca evi renove edilerek kültür evi haline getirilmiş. Burada Türk Kahvesi içtik. Ülkemizin görülmesi gereken yerlerinden biri olan Harran’ı kısa bir süreliğine de olsa görmekten şahsen keyif aldım, fakat şunu belirtmek isterim ki biraz karanlığa kalmış olmamızın da etkisiyle minik bir tedirginlik yaşamadık değil. Harran’ı özellikle içinde bulunduğumuz dönemde gün içinde gezmenin daha doğru olacağını düşünüyorum. Bununla birlikte, karşılaştığımız insanlar aslında bölgenin en az İstanbul kadar emniyetli olduğunu, fakat medya aracılığı ile olumsuz aktarımlar yapıldığını söylediler. Azalan turist sayısı gittiğimiz her yerde olduğu gibi burada da şikâyet konusuydu.

Akşam karanlığında Harran’a da veda edip, 3 saatlik her akşamki Maraş yolculuğumuza başladık…

Bu arada, Urfa’ya yolu düşenlere faydalı olabilecek bağlantı 1 ve bağlantı 2

4. Gün (9 Mayıs 2017): Nemrut Dağı Milli Parkı 

Urfa’dan döndüğümüz gece minik Göktuğ’un uyumayıp bizi beklediğini gördük, uyumak için bizi beklediğini nereden mi anladık? Annesiyle 5 dakika içerisinde uyumasından :) Çok geç yattığımız bu gece sonunda sabah erken kalkamayacağımızı anladığımızdan nispeten rahat olabileceğini düşündüğümüz Nemrut programını yapmaya karar verdik. Ertesi gün öğlene doğru yaklaşık 4 saat sürecek yolumuza koyulduk. Yol Maraş’ın öteden beri merak ettiğim Pazarcık ilçesinden de geçti. Baraj gölü, yeşil doğası ve Kürşat’ın deyimiyle “ülkemiz ortalamasının oldukça üstünde” bir ilçeydi burası. Devamında Gölbaşı ve Besni’den geçtik. Besnili bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine tava veya teneke yemek üzere Besni’de arayışa girdik ancak bu yemeği lokantada yemenin mümkün olmadığını, kasaba hazırlatıp fırına verilmesi gerektiğini öğrenince vakit kaybetmemek adına arayışımıza son verdik ve yemeğimizi Adıyaman’da yemeyi kararlaştırdık.

Adıyaman, 700 bin kişilik toplam nüfusu ve 300 bin kişilik merkez nüfusuyla büyükçe bir ilimiz. Kafamdaki imajın aksine ferah ve nispeten yeşil bir şehir buldum Adıyaman’da, insanları da gözümde yardımsever ve sevecen bir imaj çizdi.

Buraya ulaşırken yaptığımız araştırma sonucunda tespit ettiğimiz Ziyaoğlu Ocakbaşında bir şeyler yemeye karar verdik. Garsonun tavsiyesi üzerine kuşbaşı ve sarımsaklı acılı adana yedik.

Özellikle ikincisi çok lezzetliydi. Bu lokantada tatlı olmadığını öğrendik ancak çalışanlar yakında yer alan Adıyaman Tatlı Salonunu tavsiye ettiler. Ben de yemekten sonra çayların yanında yiyelim diye tatlı aldım getirdim :) Getirdiğim halka tatlısı tazecik çıtır çıtır, yöresel fıstıklı peynir tatlısı da pek lezzetliydi.

Doyduğumuza göre yola revan olma vakti geldi. Tam şehrin dar sokaklarından çıkarken, bir seyyar satıcının sattığı yeşil bitki dikkatimizi çekti, yanından geçerken satıcıya ne olduğunu sorduk ve ışkın (uçkun) olduğu yanıtını aldık. Denemek üzere birkaç parça aldık, ekşi değişik bir tadı vardı. Çok şifalı olduğu söylenen ışkını 6. gün Maraş’ta gezerken tekrar görecektik.

Nemrut Dağı Milli Parkı il merkezine 1,5 saat mesafede. Bahar ayı olmasının da etkisiyle yemyeşil bir coğrafyadan geçerek Nemrut’a ulaştık.

Zirvenin 1-2 km yakınına kadar kendi aracınızla çıkabiliyorsunuz. Buradan gidiş dönüş 3 tl karşılığında dolmuşlar sizi zirvenin 400 metre yakınına kadar götürüyorlar ve kalan kısmı tabana ve ciğere kuvvet tırmanıyorsunuz. 2000 metrenin üzerinde oksijen oranı da düştüğü için merdivenleri dikkatli tırmanmak gerekiyor, özellikle astım tipi hastalığı olanlar buna dikkat etmeli.

Zirveye ulaştığımızda doğu ve batı yakasında yer alan heykeller enfes bir manzarayla birlikte bizi karşılıyordu. Eski insanların neden böyle işlere giriştiğini anlamaya çalışarak heykelleri incelerken keşke o meşhur baş heykelleri yukarıdaki kaidelerinden düşmeseydi diye iç geçirdim. Öyle olsaydı çok daha ihtişamlı görüneceğine hiç şüphem yok :) Mevcut durumda heykel başları yaklaşık 1,5 metre büyüklüğünde, kaidelerinin üzerinde olsalardı toplam 7 metreye ulaşacaklardı. Hem de kaideleriyle birlikte zirvede yer alan tümülüsün hizasında bulunacaklardı.

Nemrut’ta yer alan heykellerin hikayesi özetle şöyle: Büyük İskender‘den sonra Güneydoğu Anadolu’da Kommagene Krallığı kurulmuş. Krallık sınırları içerisinde ve Nemrut Dağının zirvesinde bulunan tapınaktaki tümülüste tüm kültürleri birleştirmek iddiasında olan Kral I. Antiokhos’un mezarının da olduğu sanılıyor. Tümülüsün hemen önünde bulunan tapınakta ise değişik kültürlere ait beş tanrıyı temsil eden büyük heykeller ile onları koruduğuna inanılan kartal ve aslan heykelleri var. Bu taş bloklarının dağın zirvesine nasıl çıkartıldıkları ise muamma.

Aslında Nemrut’un gün doğumu veya batımında ziyaret edilmesi gerektiği söyleniyor. Biz Maraş’a döneceğimiz için bunu gerçekleştiremedik ancak yine de oldukça keyifli bir gezi yapmış olduk. Nemrut’un ülkemizin güzelliklerini merak eden ve gezmeyi seven kişilerce görülmesi gerektiğine inanıyorum. Şüphesiz ülkemizin zengin tarihi ve kültürel birikimine örnek teşkil eden etkileyici bir yer.

Eğlenceli Adıyaman/Nemrut gezimizi böylece sonuçlandırıp Maraş’a doğru harekete geçtik. Adıyaman’a yolu düşeceklere faydalı olabilecek bağlantı da burada.

Maraş’a ulaştığımızda dönüş yolunda yemek yememiş olmamızın da etkisi ve Bekir’in katılımıyla atıştırmak üzere dışarı çıktık. Uzun süredir Bilge’nin tatmayı beklediği Maraş Paçasını hüpletmek bu gece kısmet oldu. Bekir’in daha popüler mekânların gece geç saatte bulundukları mahalleler itibariyle uygun olmayacağı yönündeki uyarısıyla Kültür Merkezi civarında yer alan Sizin Durak isimli paçacıya gittik. Kürşat ve Seda’nın damak zevkine tam uymayan paçaları Bilge ve ben afiyetle içtik. Hayvanın alt bacak ve kellesinden istediğiniz kısımları seçerek sipariş verebileceğiniz paça için, Bilge çürük diye tabir edilen yanak eti ile dili seçerken, ben ise çürük-dil-paça kısmını tercih ettim. Paçada bulduğum tek kusur küçükbaş hayvan kokusunun daha önce yediğim yerlere göre biraz daha baskın olmasıydı.

Bu geceyi paçacıya yürüme mesafesinde olan Katmerci isimli mekanda tamamladık. Katmer Antep’e özgü bir tatlı olmakla birlikte son dönemde ülkemizin diğer yerlerinde de bulunmaya başladı. Kapanmak üzere olan mekân sağ olsun bizi katmersiz bırakmadı. Doğrusunu söylemek gerekirse gezimizin son gününde Antep’te yediğimiz katmerden pek de farklı bulmadık :)

Bu şekilde geceyi tamamlayarak eve döndük.

Bir sonraki gün Hatay’a gidecektik. Hepimizin en çok heyecanlandığı plandı bu.. Detaylar bir sonraki yazıda :)


|


Yorumlar(1)

  1. Naciye Dağıstanlı
    Reply

    Süper bir anlatımla o kadar güzel yazılmış bu gezi notları,beni aldı götürdü taaaa oralara harika yazmışsın sevgili Çağrı kalemine,yüreğine sağlık canım. Maşallah ???

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.