|

Güneydoğu Turu 2. Bölüm – Hatay, Maraş, Mersin, Adana, Antep

5. Gün (10 Mayıs 2017): Hatay

Yoğun geçmesini beklediğimiz Hatay gezimiz için Maraş’tan sabah erken saatlerde çıkmaya karar vermiştik, istediğimiz kadar erken olmasa da diğer günlere göre kıyasla erken bir saatte yola çıktık ve 2,5 saat kadar süren bir yolculuk sonrası Antakya’ya ulaştık. Antakya, tamamını Hatay olarak bildiğimiz ilin merkez ilçesi. Antakya’da yaklaşık 400 bin kişi yaşarken, Hatay’ın toplam nüfusu 1,6 milyon.

Antakya’da bizi büyük bir beslenme resitalinin beklediğini düşündüğümüzden kahvaltı yapmadan yola çıkmıştık, sadece geceden kalan Maraş tarhanasının yaş hali olan “firik”leri yolda birazcık kemirdik o kadar :) Cips şeklinde tüketilen Maraş tarhanasının henüz kurumamış hali olan firik, lavaş ekmeğini anımsatıyor ve içine badem, fıstık gibi kuruyemişler konarak tüketiliyor. İlk defa tadanların beğenmesi düşük ihtimal olsa da, damağınız alıştıkça kendisine bağlanıyorsunuz. Değişik lezzetlere açık olan herkes tarhana firiğini tatmalı derim.

Açlığın etkisiyle soluğu doğrudan Antakya usulü döner yapan Abdo’da aldık. Araç trafiğine kapalı sempatik bir sokakta yer alan Abdo minicik bir mekanda hizmet veriyor. Aldığımız dürümleri açlığın da etkisiyle sorgulamadan yedik, ancak doğrusunu söylemek gerekirse ben etini lezzetli bulmadım, döneri sosunun hatırına yedim diyebilirim. Gerçi sos da daha sonra midede varlığını hissettirdi.

Buradan çıkınca bir çok kişiden methini duyduğumuz Antakya Künefe Salonunda künefemizi de yiyerek Antakya’ya hızlı bir başlangıç yapmış olduk. Künefe gayet lezzetli olmakla birlikte, Bilge ve ben Ankara ve Maraş’ta yediklerimizden pek fark bulmadık, Kürşat ve Seda da aynı hisleri paylaştıklarını söylediler. Aslında birçok yöresel lezzet artık çıktıkları şehirlerin dışında da bulunabiliyor, ancak yine de bu lezzetleri anavatanında tatmanın farklı bir keyfi olduğunu söylemek lazım :)

Tarihi eser ve kahverengi tabelalarla dolu olan bu güzel şehirdeki bir sonraki durağımız Ulu Cami oldu. 16. yüzyılda yapıldığı düşünülen Ulu Cami aynı zamanda şehirdeki en eski cami olarak inşa edilen yapıymış.

Buradan Habib-i Neccar Camisine doğru yol alırken, Bilge’nin çocukluk hatıralarında yer tutan İmren Pastanesinden bol fıstıklı bir Halep sarması tatlısı aldık, bunu künefenin üzerine hemen yemek makul olmadığından bilahare yemek üzere sakladık.

Habib-i Neccar Camisi Roma zamanında bir pagan tapınağının üzerine inşa edilmiş bir kilise iken, bölge Müslümanların hâkimiyetine girince camiye çevrilmiş. Anadolu’nun en eski camisi olduğu iddia ediliyor. Zaman içinde büyük değişimler ve onarımla geçiren yapı Hz. İsa’nın havarilerine ilk inanan ve bu uğurda canını veren bir Antakyalının adını taşımaktaymış.

Buradaki gezimizi de tamamladıktan sonra soluğu Hatay Tıbbi ve Aromatik Bitkiler Müzesinin önünden geçiyoruz. Giriş ücreti olmadığını fark edince şöyle bir göz atalım diye giriyoruz hızlıca. Avlusunda kocaman bir turunç ağacının bulunduğu eski bir Antakya konağı restore edilmiş, odalarda bölgenin endemik bitkileri ve bitkilerden elde edilen yağlar, kokular sergileniyor. Meraklısının ilgisini çekebileceğini düşünüyorum.

Müzeden sonra bir sonraki durak olarak, Antakya’nın meşhur Uzun Çarşısına doğru yürüyoruz. Gördükten sonra biz Uzun Çarşı’nın bakıma ihtiyacı olduğunu düşündük açıkçası, biraz renovasyon ile cazibesini artıracağına şüphe yok.

Çarşıda turlarken defne sabunu, zahter (taze dağ kekiği) ve annemin isteği üzerine kömbe baharatı aldıktan sonra arabamıza atlıyor ve kayaların içine oyulmuş St. Pierre Kilisesine ulaşıyoruz. Burası Hristiyanlar için özel bir yer çünkü Antakya’daki ilk Hıristiyanların gizli toplantıları için kullandıkları bu mağara Hıristiyanlığın en eski kiliselerinden biri olarak kabul ediliyor.

Buradaki turumuzu da tamamlarken ilk gün Antep Zeugma Müzesine girerken aldığımız Müzekart’ın ne kadar faydalı olduğunu bir kez daha anladık. Çünkü Antakya’da bu kartı kullanabileceğimiz birçok müze ve mekan olduğunu gördük.

Mesela Müzekartımızı kullandığımız yerlerden birisi Hatay Arkeoloji Müzesi oldu. Bence tüm gezimiz boyunca gördüğümüz en iyi müzeydi çünkü tarihi eserinden mozaiğine birçok değişik eseri derli toplu görme şansı bulduk. Daha da önemlisi “Şuppiluliuma”yı gördük :) Hitit Krallarından birini temsil eden bu heykeli daha önce yeni çıkartıldığı dönemde Bilge ile televizyonda görmüş ve çok sempatik bulmuştuk, bu nedenle müzede bizzat gördüğümüze pek sevindik :)

Bir sonraki durağımız Harbiye oldu. Burada daha fazla vakit geçirmek isterdik aslında ancak biz vaktimizin kıtlığı sebebiyle şelalelerde fotoğraf çekip biraz gezip dolaşıp Samandağı’na yol aldık.

Yolda ülkemizin yaşayan tek Ermeni köyü olduğu söylenen Vakıflı’ya uğradık. Vakıflı tertemiz ve bakımlı bir köy, hatta köyü yeni evlenen kişiler fotoğraf çekmek için dekor olarak kullanıyordu diyeyim siz anlayın :) Bu coğrafya çok münbit görünüyor zira bitki çeşitliliği dikkat çekici: yenidünya, kayısı, dut, turunçgil ve daha birçok türden ağaç meyve ile dolu.

Samandağı’nda ilk durağımız Titus Tüneli. Hikayesi şu: Roma döneminde dağdan gelen suların denize karıştığı noktada bir iç liman varmış, sellerle coşan suların bu limanı doldurması riski doğunca Vespasianus dağı deldirerek bir tünel açılmasını emretmiş. Yapımına başlanan tünel Titus zamanında tamamlanabilmiş ve tünel sayesinde sel sularının limandan farklı alanlara yönlendirilmesi mümkün olabilmiş. Kanalın yaklaşık 150 metresi kapalı tünel kalan 1 km kadarı ise açık kanal şeklinde. İnsan emeğiyle yapılan bu kanalı biz etkileyici bulduk. Tünele geçiş yaparken trekking parkurları olduğunu da gördük meraklılarına duyurulur. Ayrıca, yukarı çıktıkça hoş bir deniz manzarası da bizi bekliyordu.

Titus Tünelinin girişinde küçük bir tezgahta kendi bahçesinin ürünlerini satan bir amcanın tezgahında gördüğümüz limonlarsa, şimdiye kadar gördüğümüz en büyük limonlar olabilirdi. Onu da burada söylemeden geçmeyeceğim. Bakınız şöyle:

Samandağı sahili ise bizim için tam bir hayal kırıklığı oldu, daha önce gayet popüler ve temiz bir sahil olduğunu duyduğumuz bu yer sanıyorum ki savaşın ve belki de mevsimin etkisiyle tamamen kirli ve metruk bir haldeydi. Sahil kenarında arabadan inmeden yaptığımız hızlı turdan geriye kalan çekilmeye değer gördüğümüz bir kare fotoğraf bile yok ne yazık ki..

Son olarak programımızda Antakya’nın o güzel yemeklerinden tatma aktivitesi vardı. İlk hedefimiz daha önce birçok kişiden methini duyduğumuz Sveyka Restorana gitmekti ancak kapısına ulaştığımızda geçici bir süre için kapalı olduğunu öğrendik. Bunun üzerinde internetten yaptığımız araştırma sonucunda Avlu Restorana gitmeye karar verdik, oldukça iyi görünen klasik mimarili Valilik Binasına yakın bir yerde kurulu restoranın içinde bulunduğu bölge otantik, sokakların ambiyansı ise çok güzeldi.

Mekan da restore edilmiş eski bir konakta hizmet veriyordu. Başta mezeler olmak üzere yediklerimizden memnun kalarak buradan ve güzel Antakya’dan ayrılarak her akşamki yolumuza koyulduk.

6. Gün (11 Mayıs 2017): Tekrar Kahramanmaraş

Gezimizin 6. günü Maraş’taki ikinci gezme günümüz oldu. Arka arkaya gelen seyahatlerimize bir mola teşkil etmesi ve doğayla baş başa kalmış olmamız sebebiyle dinlendirici bir gün geçirdik. Zaten birikmiş yorgunluğun etkisiyle sabah da pek erken kalkamadık.

İlk olarak şehrin batı tarafında yer alan Döngel Mağaralarının yolunu tuttuk. Maraş-Kayseri karayolunun 50. kilometresindeki  Döngel bu bölgenin en önemli mağaralarından biri. Maraş topraklarında ilk yerleşimin Paleolitik Dönem’de (İ.Ö 40.000-10.000) bu mağaralarda başladığı tahmin ediliyor. Mağaranın tabandan tavana kadar olan yüksekliği ise 102 metreymiş. Mağaranın etekleri ceviz ve çınar ağaçları ile kaplı, yemyeşil bir dinlenme ve piknik alanı. Biz mağaraya tırmanacak donanıma sahip olmadığımızda piknik alanında biraz vakit geçirdik ve bolca fotoğraf çektik. Mangalcılar için biçilmiş kaftan bir ortam vardı.

Döngel’den yaklaşık 10 km daha batıya giderek Yeşilgöz isimli doğa harikasına ulaştık. Jeolojik olarak obruk kabul edilen Yeşilgöz’ün henüz hangi su kaynağından beslendiği tespit edilememiş. Kaynağı ne olursa olsun bu minik göl turkuaz rengiyle içimizi ısıttı. Yanında yer alan çardaklarda oturduk ve çayımızı geleneği bozmayarak Maraş tarhanası ve fıstık eşliğinde içtik :) Şahsen bölgeye yolu düşen herkesin bu güzel oluşumu görmesi gerektiğini düşünüyorum çünkü ülkemizde başka bir örneği yok.

Dönüşte yol boyunca sıralanan pirzolacılardan birinde (Dostlar Et Lokantası) mola verdik ve 1 kilo pirzolayı aç olmamamıza rağmen yedik. Aç gelmiş olsak üzerinde daha çok konuşacağımızı düşündüğüm kuzu pirzola, eti fazla işlenmemiş olarak seven şahsımın favorileri arasında yer alıyor.

Maraş’ta en merak ettiğim yerlerin başında gelen ve Türkiye’nin en güzel manzaraları arasında gösterilen Ali Kayasına çıkma fikrinden akşam eve dönmeyi taahhüt ettiğimiz saati aşmamak için vazgeçtik. (http://bilinmeyenrota.com/ali-kayasi/) Maraş-Kayseri yoluna 40 dklık bir araba yolcuğu ve 20 dk tırmanış mesafesinde olan Ali Kayasına inşallah daha sonra gitmeyi düşünüyoruz.

Bize bu günü erkenden tamamlayıp eve gitme motivasyonunu sağlayan yemeği de burada atlamamak gerekiyor: Dağıstan göçmeni bir aileden gelen annemin elinden çıkan Hingal. Mantıya benzeyen bu yemek mantıdan daha kolay yapılıyor ve bana sorarsanız daha lezzetli. İçine sadece et değil, patates ve yumurta da koyulabilen Hingal bana her zaman baba ocağımda olduğumu hissettirmiştir.

Özetlemek gerekirse, turistik bir şehir olma yolunda ilerleyen Maraş’ın birçok bilinmeyen özelliği ve tatmaya değer lezzetleri var. Biz biri tamamen yağmurlu geçen iki günde şehri kısmen görme şansını yakaladık ancak yine de gezimizin Maraş ayağı şehri ve çevresini tanımak anlamında bence verimli geçti.

7. Gün (12 Mayıs 2017): Mersin-Tarsus-Adana

Esasen gezimizin yedinci gününü nasıl değerlendireceğimiz konusu bizim için baya muğlaktı, Malatya’ya mı gitsek, Adana’ya mı ağırlık versek yoksa Mersin’de benim çocukluk anılarımı mı yâd etsek (Babamın memuriyeti sebebiyle Mersin’de daha önce 5 sene yaşamıştım) karar verememiştik. Günün sonunda Adana’da karar kılmıştık fakat sabah yine istediğimiz vakitte yola çıkamayınca daha dar kapsamlı bir Mersin-Tarsus gezisi yapıp akşam dönerken Adana’da yemek yemeye karar verdik.

Otoban üzerinden yaklaşık 2,5 saatlik bir yolculuk sonrası Mersin’e ulaştık. Merkez ilçeleri Toroslar, Akdeniz, Yenişehir ve Mezitli olan Mersin yaklaşık 1 milyon olan merkez nüfusu ve 1,8 milyonluk toplam nüfusuyla, özellikle kışın beslenmemizi sağlayan tarımsal üretimiyle, sanayisiyle, limanıyla ve turistik yerleriyle çok önemli bir şehrimiz. Zaten bu cazibesi nedeniyle de 30-40 yıldır büyük göç almış ve kozmopolit bir yapı ortaya çıkmış.

Mersin’de ilk durağımız Memoş Tantuni oldu. Aslında çok düşkün olmasam da yediğim tantuniden büyük keyif aldığımızı söylemeliyim, hatta ikincileri de söyledik diyim de lezzetini siz anlayın :)

Buradan sonra Mersin’de yaşadığım yıllarda okuduğum İleri İlkokulu’na yakın merkezi bir noktaya arabamızı park ettik. Okulumu dışarıdan seyrettim, hatıralarım gözlerimin önünden geçti ve rahmetli Gülşen Tezer Hocamı andım.

Daha sonra yürüyerek çarşıya geçtik. Kerebiçci Oğuz’da cevizli ve fıstıklı kerebiç yedik. Ben öteden beri bu tatlıya bayılırım, Bilge de ben kadar olmasa da sever ama grubun diğer üyeleri kerebiçi beğenmekle birlikte bayılmadılar diyebilirim :)

Kerebiççi Oğuz’un karşısında yer alan meşhur Arabağa’dan kahve aldık, sıcacık çekilmiş bu kahvenin kokusu bağımlılık yapabilir. Mersin’de yaşadığımız dönem başka şehirlere giderken götürdüğümüz en özel hediyelerden biri mutlaka bu kahve olurdu.

Sonrasında Atatürk’ün Mersin ziyaretinde konakladığı Atatürk Evi olarak bilinen köşkü gezdik. Atatürk’ün fotoğraflarının da bulunduğu köşkte, konakladığı odayı da görme şansımız oldu. Bu binanın yakınında Atatürk’ün çocukluk hatıralarımda yer etmiş olan “Mersinliler Mersin’e sahip çıkınız!” sözünü görmek de beni maziye götürdü :)

Çıkışta karşımıza çıkan meyan kökü şerbetçisinden Seda ve Kürşat’ın deneme yapmasını istiyordum, Bilge ve benim sevmediğimiz bu şerbeti beğenmeyeceklerinden emindim ama tecrübe etmekte fayda var değil mi? Tecrübe ettiler ve beni yanıltmayarak beğenmediler.

Fiyaskoyla sonuçlanan bu denemenin ardından arabamıza döndük ve gönlümde çok özel bir yeri olan okulum İçel Anadolu Lisesi’ni ziyaret etmek üzere sahil yolundan Mezitli’ye doğru yola koyulduk. Biz 1999 yılında Mersin’den taşındığımızda Mezitli yolunun çevresi bomboştu, şimdi ise arası dolmuş ve Mezitli adeta merkeze bağlanmış; birçok şehir gibi Mersin de çok büyümüş. Okula ulaşınca hatıralar gözümün önünden geçti, ayrıca bu okulun kalite ve güzelliğine olan inancım sadece romantik bir duygu değilmiş, onu anladım. Yıllar sonra yine çok beğendim okulumu; Bilge, Seda ve Kürşat da etkilendiler.

Okuldan çıkıp yürüme mesafesinde olan Kardelen Sitesindeki eski evimizi de görüp fotoğrafladıktan sonra otoban üzerinden Tarsus’a gitmek üzere tekrar yola revan olduk.

Kısa bir yolculuktan sonra Tarsus’a ulaştık. Tarsus tarihte çok önemli bir şehir olarak bölgenin merkeziymiş. Şimdi de 350 bine yaklaşan nüfusuyla birçok ilden büyük bir ilçe. Biz yolda kararlaştırdığımız 3 hedefi ziyaret ettik Tarsus’ta: St. Paul Kuyusu, St. Paul Kilisesi ve Şelale.

St. Paul Kuyusu Müzekart’la görülebilen küçücük bir bahçede yer alan tarihi kalıntıların içindeki bir su kuyusu. Hristiyan inancında önemli bir yeri olan Aziz Pavlus’un doğduğu yer ve evi olduğuna inanılan bölgede yer alan kuyudan çıkan su da kutsal sayılıyor. Hacı olmak üzere Kudüs’e giden Hristiyanlar buradan geçerken bu kuyuyu da ziyaret ederlermiş. Kuyunun çevresinde yer alan yenidünya ağaçlarından meyve yemek de serbestti bu arada :)

Bir sonraki durağımız St. Paul Kilisesi oldu. Tarsuslu olan Aziz Pavlus’un Hrsitiyanlığın yayılması için yaptığı mücadele nedeniyle Hristiyan âlemi için önemli bir şahıs olduğu malum. Bu nedenle Tarsus’ta da onun adına birçok yapı inşa edilmiş zamanında, ancak bunların arasından günümüze kalan en önemli ve tek yapı bu kilise. Mimarisinden çok fazla etkilendiğimizi söyleyemeyeceğim kilisenin yaklaşık 900 yaşında olduğu tahmin ediliyor. Daha sonra bir süre cami olarak da kullanılan bu mabet 1862 yılında geçirdiği kapsamlı onarım sonrasında bugünkü haline gelmiş.

Tarsus’ta son durağımız Şelale oldu. Benim Türkiye’de gördüğüm en etkileyici şelale olan Tarsus şelalesini bölgeye gelen herkesin görmesi lazım. Mayıs ayı olmasının etkisiyle coşkun bir şekilde akan bu nehrin çevresinde fotoğraf çekmeye uygun alanlar ve çay içebilecek mekanlar da mevcut.

Yavaş yavaş akşam olurken midelerimizden açlık sinyalleri gelmeye başlamıştı, bu bizim için Adana’ya doğru hareket etme vaktinin yaklaştığı anlamına geliyordu. Kısa bir otoban yolculuğu sonrası Adana’da tespit ettiğimiz Ciğerci Bedo’ya gittik. Ben ciğer ile kaburga denedim ve fazlasıyla memnun kaldım. Ciğer hayatım yediğim en lezzetli ciğerler arasında yer aldı diyebilirim. Grubumuzun diğer üyeleri de yediklerinden memnun oldular.

Güneydoğu Anadolu Bölgemizi aşarak Akdeniz Bölgemize yaptığımız bu günübirlik ziyaretimizi de tamamlayarak 2,5 saatlik bir yolculuk sonrası merkez üssümüz Maraş’a döndük.

8. Gün (13 Mayıs 2017): Gaziantep’te Kahvaltı ve Eve Dönüş 

Ve gezimizin son günü.. Her güzel şey gibi gibi, hatta her şey gibi bu öğretici ve eğlenceli gezimizin de sonuna geldik. Sabah Maraş’ta bizlere evini açan ve Göktuğ’a harika bir şekilde bakan anne-babamla vedalaşarak Antep Havaalanına gitmek üzere yola çıktık. Tabi birazcık erken çıkarak Antep’te son birkaç kaçamak yapmayı da ihmal etmedik :)

Kahvaltı yapmak üzere Antep’te hem meşhur beyran çorbasını hem de katmeri bulabileceğimiz bir mekân olan Metanet’e gitmeyi tercih ettik. Gerçi daha sonra fikir değiştirerek katmeri yürüme mesafesinde yer alan ve internette daha çok tavsiye edilen Zekeriya Usta’da yemeye karar verdik. Metanette beyran ve mercimek çorbasını tattık. İkisi de çok lezzetliydi, tek sorun Antep’teki yüksek fiyatlardan buranın da nasibini almasıydı :)

Sonrasında Zekeriya Usta’da yediğimiz katmer de hafif ve lezzetliydi.

Bu şekilde karnımızı doyurmamızın akabinde evlerimize dönmek üzere havaalanına yol aldık. Kürşat’ın kiraladığımız arabayı teslim ettiği sırada biz kucağımızda uyuyakalan Göktuğ ile bekleme salonundaydık. Aynı saatlerde kalkmasını beklediğimiz uçaklarımızdan ilki Seda ve Kürşat’ı İstanbul’a götürürken, bizi Ankara’ya götürecek olan uçak yaklaşık 3 saat rötar yaptı ve bizi havaalanında Göktuğ ile koşturmaca oynamak zorunda bıraktı :) Sonunda sağ salim Ankara’ya ulaştık ve Göktuğ dedesine havaalanında kavuştu.

Gezmek ve gezilen yerlerde yeni şeyler denemek insanı iş hayatının stresinden uzaklaştıran ve başka şekilde kazanılması güç bir tecrübe katan rahatlatıcı faaliyetler. “Çok okuyan değil çok gezen bilir” sözü tartışılabilir belki ama tartışılmayacak şey bence şu ki özellikle gezdiğiniz zamandaki kadar kolay ve eğlenceli bir öğrenme türü bence yok. Ayrıca, gezi tecrübelerinin yazıya aktarılması okuyanlara olduğu kadar gezenlere de daha sonra “ne yapmıştık” sorusuna cevap verilebilmesi yönünden büyük katkı sağlıyor, yani yazmaya üşenmemek lazım :)

Ve son olarak aldığı notlarla, çektiği fotoğraflarla, yaptığı araştırmalarla ve bu yazıyı yayına hazırlamasıyla bana çok büyük destek sağlayan Bilge’ye ve gezimiz boyunca sohbet ve araştırmalarıyla keyif katsayısını tavan yaptıran Seda ve Kürşat’a kocamaaan bir teşekkür borçluyum. Aynı grupla daha nice geziler yapmayı diliyorum :)

Fırsat buldukça yeni yerler görmek ve bu gezilerde edindiğimiz tecrübeleri paylaşmak umuduyla…


|


Yorumlar(1)

  1. bilinmeyen rota
    Reply

    Çok keyifli bir seyahat olmuş. Umarım bir daha ki sefere Ali Kayasına da gidebilirsiniz.

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.