|

MoMA(Museum of Modern Art) / NYC

Selamlar,

Times meydanı yazısından sonra “buraya çok yakın, bir sonrakinde de MoMA yı anlatayım” dedim ya, işte o sebepten bugün uzun uzun Amerikan modern sanat tarihinin üzerinden geçmek durumunda kaldım. Malum gezerken gözüme takılan eserleri unutmayayım diye fotoğraflamıştım, unutmuşum tabi, tek tek araştırdım hepsini, ilgimi de gezerken çektiğinden  daha çok çekti, öyle diyeyim.

Modern Sanatların müzeleşmesi konusu bizim ülkemizde yeni diye düşünüyorum çünkü aklıma buna benzeyebilecek İstanbul’da İstanbul Modern ve birkaç yer daha, Ankara’da da CerModern deki 1-2 sergiden başkası gelmedi. Acı ama Ankara olarak olayın daha dışındayız sanki, başkent burası, değişen bireysel sergilerin yanında, klasikleşmiş eserlerin sürekli sergilendiği müzelerin de sayısının artması lazım, yeri belli olmalı yani müzenin. Bir öğrenci ödevi olduğunda orijinal eserleri görebilir, bilgi alabilir, hiç işi olmayan, tesadüfen giden de belki gördüğü birşeylerden etkilenir, hayatına bir anlam daha eklenir. Benim öyle oluyor mesela, öfleye pöfleye girdiğim müzeden içimde birşeyler ışıldayarak çıkıyorum çoğu zaman.

Newyork’daki Modern Sanatlar Müzesine de  içimizdeki modern sanat aşkı ile gitmedik, hatta itiraf edeyim şehir gezi kitabında, gezin görün mutlaka dediği için gittik. Hava yağmurlu, dışarıda da pek yapacak birşey yok düşüncesi de etkili oldu tabi :)

Bu alttaki fotoğrafı müzeden çıkarken çektim, farkına varmamışız, hava kararmış. Newyork’da binalar birbirine bitişik ve benzer görünümlü, hiç farkedilmiyor müzenin girişi, bunda abartısız ve sade bir girişinin olmasının da etkisi var tabi. Times Meydanı ve Broadway’deki gösterişli, ışıklı panolardan sonra burayı, önünden geçip de, farketmeyebilirsiniz.

Ama içine girince dışarıdan tahmin edemeyeceğiniz kadar hacimli bir mimari bekliyor sizi, şaşırtıyor gerçekten. Bizi bu yukarıdan astronotların sarktığı, aşağıda bavulların durduğu enstalasyon (yerleştirmeye dayalı bir sergileme yönteminin adıymış, şair burada ne demek istemiş diye düşündürteni makbul) karşıladı. Tövbe Estağfurullah, bu da ne ki diyerek, dolaşmaya başladık katları.

Bu Hopper(bay) ve O’Keefe(bayan) kimdir derseniz, ünlü Amerikan ressamlarmış, 1880’lerin sonlarında doğmuşlar ve hep Amerika üzerine eserler üretmişler. Amerikan sanatı deyince temel taşı olarak bir kadının adının geçiyor olması bana büyük bir şey olarak göründü. Türkiye’de düşünün aklınıza ilk gelen ismin kadın olduğu bir sanat dalı, zor…

Bu Edward Hopper’ın eserlerinden biri bana o kadar tanıdık geldi ki, bilemedim tabi nereden tanıdığımı o an, sonradan bakınca buldum:

The_House_by_the_Railroad_by_Edward_Hopper_1925

Hitchcock’un “Sapık” filmindeki ev var Bates’in, işte bu evden esinlenilmiş. Bir de Terence Malick’in “Days of Heaven” filminde Richard Gere’in çalıştığı çiftlik evi var ya, işte o ev bunun bire bir modellemesiyle yapılmış. Bu arada fotoğrafa ilginiz varsa izleyin mutlaka bu Days of Heaven filmini, görseli ve özellikle ışığı inanılmaz…

Müze binasının mimarisi şaşırtıcı baya, ilginç açılardan ilginç kareler yakalayabilirsiniz bu bakış açısı ile dolaşırsanız :)

Ara katlardaki bir sergide de fotoğraf, müzik ve yazı aynı anda kullanılmış, farklı şeyler düşündürtüyor insana, ama hala da yetmiyor sanki :)

Diyeceksiniz, Amerikan modern sanat müzesinde bunun ne işi var, valla ben de bilmiyorum, konuk eser herhalde. Ama kültür ne kadar farklı değil mi, ne kadar Avrupalı…

Bu aşağıdakiler işte daha bir Amerikalı :)

“Oof” Edward Ruscha’nın çizgi roman sesi temalı yağlı boya resmi sayın okuyucum, hatta kendisi bir röportajında eserini şöyle anlatmış:
“I was interested in monosyllabic word sounds that seemed to have a certain comedic value to them. In capital letters, “oof” floats against an empty blue backdrop, suspended somewhere between image and language and between iconicity and absurdity.”

ve bu da Andy Warhol’un estetik üzerine fikri zikri (ben pek hazzetmem kendisinden ama farklı bir adam kabul etmek lazım):

Bu da heykeltraş Alexander Calder’ın balık kılçığı modeli dönencesi…

Müzenin meşhur bir zen bahçesi var, biz gittiğimizde kapalıydı, gezemedik ama pencerelerden görülebiliyor. Her gün yüzlerce insan aynı yerin fotoğrafını çekiyor, ben işte bu yüzden çevredeki bir insanı kadraja dahil etmeye uğraşıyorum, böylece bu fotoğraftan sadece bende oluyor, hem duygusu da beraberinde saklanabiliyor :)

Mesela burada ben de aynı şekilde başka birinin kadrajında gittim başka bir ülkeye, çok acayip :)

Şimdi geleyim beni en çok etkileyen esere, uzun uzun izledim orada.

Andrew Wyeth’in Christina’nın Dünyası isimli tablosuymuş bu. Christina’nın belden aşağısı felçli, sürünerek evine ulaşmaya çalışıyor, gerçek bir insandan esinlenerek yapılmış tablo. Yalnız sonradan farkettim (yine yeni yeniden), tablo o kadar meşhurmuş ve o kadar çok insanı etkilemiş ki, pek çok filmde defalarca kullanılmış. Ben en son Oblivion’da gördüm bu tabloyu, bu da filmden bir kare…

ec55070f7ca980af0dc024149f2b246a

Bu günlük kültür ve sanata doyduğumuzu varsayıyorum, susuyorum burada :) İyi oldu, kendim de unutmamış oluyorum böylece öğrendiklerimi, ne demiş atalarımız, yazarak öğrenmek en iyi öğrenmektir :P

Sevgiyle kalın,

dipten gelen not: Diyorum ki artık günlükte sadece benim yazılarım olmasın, farklı fotoğrafçı + yazarların da yazıları olsun. İşte bu sebeple günlükte konuk yazar olmak, herhangi bir konuda fotoğraflı yazılarınızı yayınlamamı isterseniz, seve seve yayınlarım. Bunun bir işbirliği günlüğüne dönmesini, farklı düşüncelerle, farklı tarzlarda fotoğraflarla zenginleşmesini çok isterim. Bir gezi yazısı olabilir, bir sokağın, müzenin, anının anlatımı olabilir, herşey olabilir. Yeter ki içten olsun, bizden olsun, içinde duygu olsun, düşünce olsun :) Haber bekliyorum sizden (burcay.ercetin@gmail.com) !


|


Yorum eklemek ister misiniz?

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.